preloader

"The Power of the Dog" Neden 2021’in En İyisi Oldu?

14.03.2022
"The Power of the Dog" Neden 2021’in En İyisi Oldu?

Yazı Boyutu:

BAFTA’da En İyi Film Ödülü’nün sahibi ve 2022 Oscar Ödülleri adaylıklarında da en çok öne çıkan yapım olan “The Power of the Dog”un güçlü özelliklerini yakından keşfedin.

Bugüne kadar daha çok güçlü kadın kahramanlarıyla öne çıkan filmler yapan Jane Campion’ın son filmi “The Power of the Dog”, toplamda 320 adaylık, 240 ödül elde etti ve sene boyunca hakkında en fazla yazılıp çizilen film oldu.

1986 yılında Altın Palmiye kazanan kısa filmi “An Exercise in Discipline: Peel”i ile sinema sektörüne adım atan Campion, ikinci uzun metrajı “An Angel at My Table” ile dikkat çekti. En geniş çapta tanındığı 1993 yapımı filmi “The Piano” ile üç Oscar kazandı ve Cannes’da Altın Palmiye’nin de sahibi oldu. 2009 yapımı “Bright Star”dan bu yana uzun metraja imza atmayan yönetmen, son filmi “The Power of the Dog” ile filmografisini adeta şaha kaldırdı.

1920'lerde Montana'da bir çiftlikte birbiriyle çatışan iki erkek kardeş hakkında olan bu drama, hem senenin hem de yönetmenin en iyi filmlerinden biri olarak görülüyor. Peki onu bu kadar iyi yapan ne? BAFTA’da En İyi Film Ödülü’nün sahibi ve 2022 Oscar Ödülleri adaylıklarında da en çok öne çıkan yapım olan “The Power of the Dog”un güçlü özelliklerini gelin hep birlikte keşfedelim.

Bu Bildiğiniz “Vahşi Batı” Değil

“The Power of Dog”, aslında bir Revizyonist Western. Alıştığımız Western türünün ve ideolojisinin alaşağı edildiği birkaç filmden biri. Son zamanlarda bu anlatıya özel bir yönelimin olduğunu görüyoruz fakat söz konusu yönetmen Jane Campion olunca, beklentimiz bundan çok daha ötesinde bir yerde oluyor; zaten Campion da bizi şaşırtmıyor.

Terli, kirli, pis kokan erkeklerin dünyası ve onların eseri olan barlar, atlar, sığırlar gibi ikonik birçok Western filmi göstergesinin ötesinde “The Power of the Dog”, evrenine silah-şiddet unsurunu yerleştirmiyor. Bir Revizyonist Western sayılsa bile, silahlı çatışma, kovalamaca veya hesaplaşma izlediğimiz nice film mevcut. “The Power of the Dog”da ise fiziksel çatışmalar göz önünde değil, ancak her bir karakterin hissettiği psikolojik baskı, zaman zaman mermilerden bile daha tehlikeli oluyor.

Western Klasiklerinin Üzerine İnşa Edilmiş Anlatı

Campion, anlatısal temellerini sağlamlaştırmak için Western türünün klasiklerini anımsatacak unsurlara da yer veriyor. John Steinbeck’ın aynı adlı romanından uyarlanan Elia Kazan filmi “East of Eden”, Campion’ın üzerine inşa ettiği hikâye için bir zemin oluşturuyor. Benzer şekilde iki kardeş üzerinden anlatılan öyküde, yine benzer şekilde annenin-kadının yokluğunda yaşananlar anlatılıyor. Tıpkı East of Eden’daki gibi, iki kardeşin davranışlarını izleyerek onları iyi ya da kötü ilan edeceğimiz, sevip sevmeyeceğimize karar vereceğimiz (en azından öyle sandığımız) bir girizgah yapıyoruz hikâyeye. Ancak “The Power of the Dog” karakterler arasındaki dağılımın bu kadar keskin çizgilerle ayırmayacağını hissettiriyor. Çiftliğin, malikanenin, çeşitli hayvanların alegorik olarak vurgulanması, kadın-erkek rolleri üzerinden iktidar değişiminin canlandırılması ise bize bir başka klasiği; Terrence Malick’in 1978 yapımı “Days of Heaven” filmini hatırlatıyor. Her iki yapım da filmin inşa etmek istediği revizyonist anlatıda iki ayrı güçlü unsur olarak konumlanıyor.

{774389}

İç İçe Geçmiş Karakterler ve Olay Örgüsü

Dramatik anlatımda ayrımlara, çatışmalara, keskin çizgilere bayılırız, çünkü onlar kolay izlenir; her karakteri, her durumu bir yere koymak ve filmi bu şekilde noktalamak seyircinin hoşuna gider. Ancak konu toplumsal cinsiyet ve ağırlıklı olarak erkeklik üzerinden inşa edilen bir janr üzerinden hikâye anlatmak olunca, net ayrımlar yapmak, dramatik anlatıyı tamamen bunun üzerine kurmak çok yanlış bir seçim olurdu. Campion’dan da bunu beklemezdik.

Hikâyenin başlarında, Phil (Benedict Cumberbatch) ve Peter (Kodi Smit-McPhee), maço erkek ve "efemine erkek” olarak ikiye ayrılıyormuş gibi görünse de, film ilerledikçe ilişkilerinin aslında sabit dinamiklere dayandırılmadığını görüyoruz. Filmdeki karakterler arasında izlediğimiz güç savaşı alıştığımız şekilde karşımıza çıksa da unutmayalım, erkeğin psikolojisinin merkeze alındığı bir Western filminde güç savaşının, bu tarz bir şiddet ile sunulduğuna pek rastlamamıştık. Bu yüzden filmin belki de en değerli kısmı, karakterlerin zenginliğinde yatıyor. Campion kasıtlı olarak, bu basmakalıplığı kırmak için olay örgüsüyle karakterlerin arasındaki ilişkiyi dağıtıyor ve bir noktadan sonra “erkek-daha erkek” ızdırabı çeken karakterlere denk geliyoruz.

“Canımı kılıçtan, biricik hayatımı köpeğin pençesinden kurtar.”

Filmin isminin de kaynağı olan bu söz Tevrat’tan. Dua kısmında yer alan bu cümlede köpekler, “leş yiyiciler” olarak betimleniyor ve şeytanın bir çeşit vekilleri gibi simgeleniyor. Filmde ise varlığını ruhani bir şekilde hissettiren bu güç, bütünüyle toksik erkekliğe hükmeden bir tanrı olarak konumlanıyor. “Dog – God” kelime oyunu da tam olarak buradan geliyor.

Atını kontrol edemeyen, ondan düşen bir kovboy. Pantolonları yeteri kadar eskitilmemiş ve hatta güllerden hoşlanan bir kovboy; ne kadar canlı kalabilir 1900’lerin başındaki bir çiftlik yaşamında?

Zekice tasarlanan filmin anlatısı, bunca klişe göstergenin ve alışılagelmiş toplumsal kodların ötesinde, “erkeklik gururu” altında ezilmiş karakterlerin uçurumlarını ince ince, tane tane gösteriyor. Bunca Western klişesinin, karakterlerin gerçekte hissettikleri varlıklarıyla yan yana anlatılması filmin en güçlü yanı. Acımasız ve sert duruşunu, sadece kendini dünyaya karşı savunmak için bir silah olarak kullanan Phil, aslında çok savunmasız ve kırılgan. Ham deriden halat dokuyor, ham deriden eldiven yapıyor fakat eldivensiz hadım ettiği bir hayvandan kaptığı enfeksiyon sonu oluyor.

Bir Tarafta Merhamet, Bir Tarafta Gaddarlık

“Erkek olmaya” hangisi yakışır? Hayvanları gördüğümüz birçok sahnede, merhamet ile gaddarlık arasında bir seçim yapan karakterleri de görüyoruz. Rose (Kirsten Dunst) tarafından şefkatle sevilen bir tavşan, tıp öğrencisi Peter’ın çalışmaları için bıçak altına yatırılıyor. Phil boğayı hadım ederken eldiven takmayı reddiyor; Rose bir çift yumuşak eldiveni okşayarak huzur buluyor. Ancak baskı ve şiddet, her daim “eldivenleri çıkaran” erkekler arasından gelmiyor.

Western Türüne “Dişil Perspektif”

Sinemanın belki de en fazla erkek kahramana sahip türlerinden olan Western ve bu alışık olmadığımız sinematografinin arkasında da bir kadın var: Ari Wegner. Görüntü yönetmeninin Campion’la olan ortaklığının, türün erkek odağına yepyeni bir bakış getiriyor.

Merceğin arkasında bir kadının veya erkeğin olması, filmin anlatısını ne denli değiştireceğini veya değiştirdiğini kesin cümlelerle söyleyemeyiz. Fakat yine de toplumsal cinsiyetin yüklediği birtakım kodlarla, cinsel kimliğinizle dikkat ettiğimiz noktalar, bakış açımızı değiştirebiliyor ve bu da görüntüye bir şekilde yansıyor. En azında “The Power of the Dog”un, bu konuda incelenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyoruz.

Özellikle havadan çekimler, türde alışık olduğumuz görsel dizaynı yıkacak şekilde, karakterler arasındaki çekişmeleri vurguluyor ve her birinin içindeki acizliği ortaya çıkarıyor.

Buna karşın yakın çekimlerin ağırlıkta olduğu çok az plan da var ki bunlar da bilinçli bir şekilde türün tipik durumlarını hatırlatan imalı sahnelerde tercih edilmiş. Örneğin; Rose piyano çalarken Phil’in banjosu ile onun notalarını baltalaması, aslında silahsız bir düello sahnesi; buradaki yakın planlar, Rose’un açısından Phil’in baskıcı bakışını hissettirmek için özellikle arka arkaya getirilmiş.

“The Power of the Dog” her ne kadar ekranda erkeklerin hakim olduğu bir film olsa da hikâyeyi ve bakış açısını yönlendirenlerin kadın anlatıcılar olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz. Özetleyecek olursak, başlarda epik Western gibi görünen bu film, aslında “güvenilmez anlatı”nın tüm esaslarını koruyan, hem türün içerisinde hem Batı fikir dünyasında uzun süredir saklı olanları ortaya çıkaran bir melodram. Son kareye gelene kadar hiçbir şeyin netleşmediği, fakat kapanışla birlikte her noktanın yerine oturduğu bu anlatı, yönetmenin en iyi işlerinden biri.

OGGUSTO Sinema Editörü Tayfun Bodur’un diğer yazılarını okumak için tıklayın.

Dünyadan en yeni haberleri ilk bilen olmak için OGGUSTO’nun haftalık e-bültenine kaydolun.

Tayfun Bodur
Tayfun Bodur Tüm Yazıları