İş Dünyasında Yaratıcılık Kavramının Kökleri
Yazı Boyutu:
‘Sizi iş piyasasında geleceğe hazırlayacak tek beceri’ olarak ilan edilen yaratıcılık kavramının kökeni nereye ve hangi zamana dayanıyor?
Fabrikalar bildiğimiz iş gücünün niteliğini değiştirirken ve bilgisayarlar giderek daha fazla beyaz yakalının beyin işini otomatikleştirirken giderek daha ‘ağırlıksız’ hale gelen sanayi sonrası ekonomilerin ham maddesi artık çelik ve kömür değil, fikirler. Güzel sanatlar derecesi, artık yeni işletme yönetimi yüksek lisansı.
Birine neyi sanatla bağdaştırdığını sorduğunuzda aklına gelen ilk kelimeler muhtemelen ‘duygu’, ‘ifade’ ve ‘yaratıcılık’ oluyor. Yaratıcılığa odaklı kültürümüz nedeniyle yaratıcılık sadece sanatla ilgili popüler düşüncede öne çıkmıyor: ‘Yaratıcı endüstrilerde’ çalışmak büyük bir prestij kaynağı haline geliyor ve düzenli olarak ‘kalıpların dışında düşünmeye’ teşvik ediliyoruz. Tıptan iş dünyasına ve tarıma kadar yaratıcılık, hayatın her alanında yaşam bulabiliyor.
Maya Angelou’ya göre yaratıcılık dipsiz bir kuyu; “Ne kadar çok kullanırsanız, o kadar çok şeye sahip olursunuz.” Reklamcılık sektörünün duayeni David Ogilvy ise kavrama salt iş perspektifinden yaklaşıyor: “Satmıyorsa yaratıcı değildir.”
2010 senesinde 1500 CEO’nun katıldığı bir ankette yaratıcılık; dürüstlük ve küresel düşünme gibi erdemleri geride bırakarak ‘iş dünyasında başarı için en önemli liderlik niteliği’ olarak liste başı geldi. Amerikan Ulusal Eğitim Derneği, Eğitim Bakanlığı ve Apple, Microsoft ve Cisco gibi önde gelen teknoloji şirketlerini temsil eden bir komite olan 21. Yüzyıl Becerileri Ortaklığı, yaratıcılığı (creativity) iletişim (communication), iş birliği (collaboration) ve eleştirel düşünme (critical thinking) ile birlikte 4C’den biri olarak nitelendirdi. 2011 senesinde ‘yaratıcı’ LinkedIn’de iş başvurusunda bulunanların kendilerini tanımlamak için kullandıkları en yaygın sıfattı. 2020 yılında ise Dünya Ekonomik Forumu yaratıcılığı, ‘sizi iş piyasasında geleceğe hazırlayacak tek beceri’ olarak ilan etti.
Yaratıcılıkta Bir ‘Büyük Patlama’
Yaratıcılığın ebedi bir insani değer olduğunu varsayma eğiliminde olsak da ancak yirminci yüzyılın ortalarına geldiğimizde yaratıcılık kelime dağarcığımızın düzenli bir parçası oluyor. Bilinen ilk yazılı kullanımının 1875’e dayanması onu kelimeler arasında bir yeniyetme yapıyor.
‘Yaratıcılık gücü’ (creativeness) 1940’lara kadar gitse ve ‘yaratıcılık’tan (creativity) daha yaygın olsa da ikisi de nadiren ve gelişigüzel kullanılıyor. Şaşırtıcı bir şekilde, 1950’lerden önce ‘yaratıcılık’ kavramını ele alan tek bir makale, kitap, deneme, inceleme, şiir, ders, ansiklopedi girişi veya yayın yok. Rastlanan en eski sözlük girişi 1966 senesine ait.
Öyle ki Platon ya da Aristoteles’te -çevirilerinde dahi- ortaya çıkmıyor. Aynı şekilde Kant’ta da. William Wordsworth, Percy Bysshe Shelley, William James veya John Dewey’de de yok. Rönesans hümanizmi üzerine çalışan Paul Oskar Kristeller’in saptadığı gibi yaratıcılık, her ne kadar onun zamansız bir kavram olduğunu varsaysak da ‘zayıf felsefi ve tarihsel referanslara sahip’ bir terim olarak karşımıza çıkıyor.
‘Yaratıcılık’ kullanımı II. Dünya Savaşı’nın hemen bitiminde patlıyor; yaratıcılıkta adeta bir ‘Büyük Patlama’ yaşanıyor.
Peki hakkında hiç konuşmazken nasıl oldu da bu kadar hızlı bir şekilde sürekli yaratıcılıktan bahsetmeye başladık ve hatta onu zamanımızın en önemli değeri ilan ettik? Savaş sonrası dönemin şafağında bu İsveç çakısı kelimeyi dilimize dolayan neydi? Ve ‘yaratıcılık’ kime hizmet ediyordu?
Hakkında biraz araştırma yapmaya başlayınca yaratıcılık köklerini 1960’larda zirveye ulaşacak ve o on yıla kendine özgü damgasını vuracak olan kendini ifade etme, deneysellik ve isyankarlık ruhuna sahip filizlenmekte olan gençlik karşı kültüründe bulacağınızı düşünebilirsiniz. Oysa o kökler bizi daha erken bir döneme, 1950’lerin uyumluluk, bürokrasi ve banliyöleşme ile ilişkilendirilen dönemine götürüp bırakıyor. Hatta o dönemde de sanatçılardan ya da bohem kesimden beslenmiyor. Dorothy Parker, savaş sonrası yaratıcılık çılgınlığının doruk noktası olan 1958’de; “Bir yazar gerçekten yazmak için ne kadar çok oturursa ‘yaratıcılık’ kelimesi hakkında atıp tutan küçük kümelere o kadar az girecektir” diyor.
Savaş sonrası Amerikan sanat dünyasındaki pek çok isim kendini ifade etmeyi ve deneyselliği benimsemiş olsa da ‘yaratıcı yetenek’, ‘yaratıcı kişilik’ ve ‘yaratıcı süreç’ gibi fikirleri de kapsayan, yaratıcılık denen şeyi gerçekten inceleme çabalarının temelinde sanattan ziyade bilim, teknoloji, tüketici ürünleri ve reklamcılık alanlarındaki yaratıcılık kaygısı yatıyordu. Sanatsal çağrışımlar elbette tesadüf değildi: Savaş sonrası yaratıcılık kültürü, yeniye olan tutkunun yanı sıra uyumsuzluk, çalışma tutkusu ve insancıl, hatta ahlaki bir duyarlılık gibi sanatçıların sahip olduğu yaygın bazı niteliklerin bilim, teknoloji ve tüketim kültürüne arzusundan kaynaklanıyordu.
Amerika II. Dünya Savaşı’ndan çıkarken sanayinin ihtiyaçları da değişmeye başladı. Herkesin temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olanın çok ötesinde bir üretim kapasitesine ulaşan yöneticiler, birdenbire verimlilikten çok pazarlama, yenilikçilik ve uyum sağlama konusunda endişelenir oldu. Avusturalyalı yönetim bilimci Peter Ferdinand Drucker’ın işaret ettiği gibi, yeni yönetimsel öncelikler üretim değil, ‘yenilik ve pazarlama’ydı.
Özellikle bilgisayarlar bazı önemsiz ofis görevlerini üstlenmeye başladıkça yöneticiler, yarım yüzyıl boyunca çalışanlarına rasyonellik ve düzen değerlerini aşılamanın ve uzmanlaşmayı teşvik etmenin işgücünü bu yeni gerçeklik için yetersiz bıraktığından endişe etmeye başladılar. Nasıl savaş zamanı fabrikalarının tüketim ekonomisinin taleplerini karşılamak için yeniden düzenlenmesi gerekiyorsa beyaz yakalı işçinin de yeniden düzenlenmesi gerekiyordu.
Bir Tedavi Olarak Yaratıcılık
Genellikle sanatçılar ve dahilerle ilişkilendirilen ve fakat teorik olarak herkesin sahip olduğu ve her alana uygulanabilen bir özellik veya süreç olarak tanımlanan yaratıcılık kavramı, savaş sonrası düzenin bu yapısal ve siyasi çelişkileri için psikolojik bir tedavi olarak ortaya çıktı. Psikologlar, büyük ölçüde askeri ve kurumsal Ar-Ge ihtiyaçlarını gözeten ‘yaratıcı insanları’ belirlemek için testler geliştirirken aynı zamanda bireyleri modernitenin zihinsel baskısından kurtarma arzusu ile daha çok motive oldular.
Benzer şekilde endüstri, beyin fırtınası gibi ilk yaratıcı düşünme yöntemleri başlangıçta endüstriyel iyileşme ve yeni ürün geliştirmeye yönelikse de, bunu yabancılaşmayı hedefleyerek yaptı. Reklamcılık uzmanları ‘yaratıcı reklamcılığı’ hem satışlardaki düşüşe bir çare hem de bireysel vizyonu kendi alanlarına geri getirmenin bir yolu olarak lanse ettiler. Ve birçok şirket yaratıcılığı sadece inovasyonu teşvik etmek için değil, askeri-endüstriyel komplekse karşı tepkilerin ortasında daha insancıl görünmelerini de sağladığı için benimsedi.
Tüm bu durumlarda, Ar-Ge laboratuvarlarında personel çalıştırma, yeni ürün fikirleri bulma veya söz konusu ürünleri satmak gibi pratik meseleler uyum, yabancılaşma ve çalışma ahlakı ile ilgili daha büyük kaygılarla bir arada var oldu.
Her şeyden önce yaratıcılık, faydacı olan ile insani ya da aşkın olan arasındaki rahatsız edici gerilimi hafifletebilirdi. 1962 senesinde Alman psikolog Jerome Bruner, yaratıcılıkla ilgili çağdaş kaygılarımızda bir ‘tizlik’ olduğuna dikkat çekti. Psikologlardan ‘yaratıcı olanın’ doğasını sadece bilim insanları olarak değil ‘ahlakçıların yardımcıları olarak’ incelemeleri isteniyordu.
Bruner, yaratıcılık araştırmalarına duyulan ani ilginin ardında yatan şeyin, özellikle bilim insanları ve teknisyenler arasında beyaz yakalı çalışmanın doğasına ilişkin bir kaygı olduğundan şüpheleniyordu. Zira bu çalışanlara profesyonellik ve verimlilik dogmaları telkin edilmiş, kendilerini büyük bir sosyal makinenin parçası olarak görmeleri sağlanmıştı.
Bir mühendis ya da reklamcı için yaratıcı olmak sadece üretken olmak değil, aynı zamanda kendini -makineye değil- sanatçıya ya da şaire model almaktı. İşin peşinden içsel bir motivasyonla, yaratma eylemine yönelik bir tutkuyla gitmekti. Daha insani olmaktı. Bu, bu çalışanların icat etmek, tasarlamak ve satmak için istihdam edildikleri gerçek ürünlerle ilgili hiçbir şeyi değiştirmese de vurguyu üründen sürecin kendisine, yaratıcılığa kaydırarak işlerine dolaylı olarak ahlaki bir hava kattı.
Umut ve Gerilimler
Yaratıcılık kavramının psikologlar ve yaratıcı düşünce uzmanları tarafından geliştirilmesi, yeni bir öznellik biçiminin, yaratıcı kişinin ortaya çıkmasını sağladı. Yaratıcı kişi, tüketicilerin dünyasında bir üreticiydi. Asi ve özgür düşünen biriydi. Yaratmak için yaşardı. Genellikle erkek olduğu varsayılan bu kişi, yine de eskisine göre duygusal açıdan daha hassas olarak yorumlanıyordu. Her ne kadar indirgemeci olsalar da, orta sınıf benliğinde yapılan bu değişiklikler kimin zihinsel emeğinin değerli olabileceği görüşünü tartışmaya açtı.
1960’ların özgürlükçü hareketleri de ulusal yaşama katılma hakkı için yapılan tartışmaları bazen yaratıcılık diliyle sürdürdü. Amerikalı feminist ve yazar Betty Friedan 1963’te kadınların kendi farkındalıklarına ancak ve ancak ‘yaratıcı çalışma’ yoluyla ulaşabileceklerini yazarken gazetecilik gibi geleneksel olarak erkekle özdeşleşen, ücrete ve şöhrete layık görülen işleri kast ediyordu.
Friedan, iyimserlik ve kötümserlik arasında bir gerilim olan başka bir ana temayı da temsil ediyordu: Durumu derinden eleştiriyor; ancak aynı zamanda ne olabileceği konusunda da umut besliyordu. Mükemmellik, heyecan ve hatta neşeden söz eden yaratıcılığa odaklanmak birçokları için bir umut eylemiydi.
Bu insanlar, otomasyonun ve refahın insanların gelişmesi için daha fazla fırsat sağlayacağını ve hatta geleneksel kapitalist ilişkilerin aşılacağını hayal ediyordu. Tüm bunlar maddi ihtiyaçlarımızın karşılandığı ve zihinlerimizin daha yüksek sanatsal ve entellektüel arayışlara katılmak için özgür olduğu yeni bir çağ mı başlatacaktı, yoksa geçmişteki çökmüş uygarlıkların kaderini yeniden mi yaşayacaktık?
Birey ile kitle toplumu ve iyimserlik ile kötümserlik arasındaki kapsayıcı gerilimin yanı sıra yaratıcılık elitist ve eşitlikçi eğilimler arasında da arabulucu oldu. Savaş sonrası dönem, güçlü bir refah devleti, genişleyen azınlık hakları ve yaygın olarak paylaşılan refah ile karakterize edilen son derece demokratik bir çağdı. Amerikalılara sürekli olarak savaşları demokrasi adına yaptıkları ve şimdi de agresif bir şekilde dünyada devriye gezdikleri hatırlatılıyordu ve ‘sıradan insan’ figürü hâlâ Buhran yıllarından kalma kahramanca bir çekiciliğe sahipti. Diğer yandan, özellikle Rusya’nın Sputnik’i fırlatmasının ardından, ‘sıradanlık’ korkusu ‘mükemmellik’ üzerinde yeni ve genellikle tepkisel bir odaklanmayı beraberinde getirdi.
Yaratıcılık, Büyük Adamlar’ın yanı sıra ilkokul çocuklarına ve sıradan mühendislere de hitap edebilecek kadar geniş bir kavramdı. Dehanın aksine, yaratıcılığın herkeste olduğu söylenebilirdi. Bu hali ile hem daha demokratikti hem de çok sayıda çalışanı denetleyen yöneticiler için daha kullanışlıydı. Dahi mucit ve girişimcinin eski çağlarına duyulan nostaljiyi kitle toplumunun ideolojik ve pragmatik gerçeklerine uygun bir biçimde tatmin ediyordu.
Bugün; Yaratıcılık
Köklerine indiğimiz bu tarih, yaratıcılığın her zaman bizimle olduğu ya da bir zamanlar tanrılara, sanatçılara ve dahilere özgü bir kavram olduğu varsayımlarımızı altüst ediyor şüphesiz. Yaratıcılığın ne kadar yakın zamanda ortaya çıktığını ve içinden doğduğu karmaşık, uygulamacı dünyayı anlamak, bugün bu duruma nasıl geldiğimizi anlamamız için elzem.
Bugün ‘sevdiğin işi yapma’ konusundaki kararlılığımız, artık sadece ‘yaratıcı’ olarak bilinen bir insan sınıfına sahip olmamız ve modern kapitalizmin pek çok acımasız gerçekliğine rağmen iyimserliğimizi korumamız; tüm bunların kökenleri bir şekilde savaş sonrası yaratıcılık kültüne kadar uzanıyor.
Hâlâ pek çok açıdan aynı çelişkilerle uğraşmamız ise bu fikre neden bu kadar aşık olmaya devam ettiğimizi ve yaratıcı olmayı neden bu kadar umutsuzca istediğimizi açıklamaya yardımcı oluyor.